Cumartesi, Aralık 31, 2011

L'occitane Gray Vert ya da öyle bir şey.

http://fizy.com/#q/sibylle+baier+remember+the+day
Beynimde oluşan kıvılcımların tetiklediği büyük patlamalar. Gözlerimi açıp başımı çevirme hızıma alışması için bir kaç kez kırptım. Yoktun ama vardın. Hissediyordum, buralardaydın tekrar. Havayı kokladım, kokun yakındı. Uzun süredir adın kulağıma geldiğinde yüzüme çarpmayan kokun tekrar yanımdaydı. Ekşiliğinden sonra tatlılaşan, karakterini birebir yansıtan kokun havadaydı. Her molekülünü içime çekmek ve bir daha asla nefesimi vermemek istedim. Çok özlemiştim.
Tek tek herkese bakarken onların da bana korkmuşçasına baktığını farkettim. Umrumda değildi, seni arıyordum. Orada olmalıydın, ihtiyacım vardı sana. Gözlerim doldu, koku yanımda oturan kişiden geliyordu ve onun sen olmadığın kesindi. Aşağıya baktım ve ilk damlanın düşmesine izin verdim. Sonrası da öyle devam etti.


Cumartesi, Aralık 24, 2011

Bilinç kaybı.



En başına dönmek ne kadar zor. Oysa çabalıyordum, elimden ne gelirse yapıyordum. O anlardan biri işte. Cenin pozisyonundayım, ne kadar sıcak ne kadar güvenli. Bunu sevdiğimi unutmuşum. Her şeyi unutmuşum aslında, kelimeler asılı kalmış havada. Yavaşlatırlardı beni, bir an önce sona ulaşmak istiyordum.
Islaktı kafamı koyduğum yer. Yataktayım, benimseyemediğim bir yatak, benimsemenin gereksiz olacağı bir yatak. Dışarıda yağmur yağıyor ve benim gözlerimden su sızıyor. Tenimden acılar akıyor, bulaşıyor yatağa.  Uyurken tekrar lekeleniyorum onlarla ve rüyalarımı siyaha boyuyor onlar. Önümü göremezken koşmamı bekliyorsun belki de. Güvene tekrar kavuşacak mıyım, bu bile bir sorun.
Bir kaç saniye sonra karanlıkla bütünleşmiş kahverengi gözlerim cama takıldı. Yağmurun yaptığı su yollarını takip ediyorum, bir yere çıkacakmış gibi. Zihnimde çarpan kapıları duyuyorum, geçen her saniye uzaklaşıyorsun. Gidip yüzümü yıkayıp bu pislikten kurtulmayı umacağım. Sanki kabuslarım gidecekmiş gibi..

Pazar, Aralık 18, 2011

Yakın bir gelecekte.

Son bir kaç gecedir aynı kabus. Kaçıyorum, dönüp arkaya bakmaya cesaretim bile yok. Vücudumdaki bütün molekülleri kullanıyorum kaçabilmek için. Geri dönmek istemiyorum, tekrar başlamasından korkuyorum. Her şeyin başa sarmasından.
Aslında düşünürsek yaptığımız şey bu değil miydi? Gerçeklikten kaçmak. Beni olmayan bir dünyaya getirdin, bir hayalde yaşattın. Biliyordun, asla mutlu olamazdık. Elinden gelenin en iyisini yapmaya uğraştın. Bense.. Bense hep yıktım, mahvettim ortalığı. Ne olurdu ki sormasaydım bir çok soru. Uyuşturucu tadında bir hayat yaşardım, senin yaşadığın gibi. Birbirimize ait olabilirdik belki de o zaman.
Sen gittin, tek başıma kaldıramayacağım bir yük bıraktın. Artık kaçabildiğimce yalnız başıma kaçıyorum,  rüyalarımda bile. Daha fazla zaman, daha fazla kondisyon gerekli bana. Yapamayacağım bir gün gelecek. Ben sandığın kadar güçlü değilim.

Cumartesi, Aralık 17, 2011

Aralık.

Alarm. Yeni ağarmış bir güne merhaba, acaba sıcak mısın soğuk mu? Önemi var mı, nasıl olsa giyecek kalın kıyafetim yok. İlk gördüğümü üzerime geçirdiğimde soluğu banyoda alıyorum ya da soluğumu buz gibi su bıçak gibi kesip alıyor ciğerlerimden. Saçlarım dağılmış aynı hayatım gibi, kendi deyişimle anarşist eylemlerde bulunmuşlar. Gülümseme, kendine yalan söyleme.
Gri termosumla sokaktayım şimdi, yürüyorum. Merak etme, kendine acı çektirme diye sayıklıyorum, devam ediyorum. Biri omuz atıp geçiyor, kahvem termosun içinde dalgalanıyor ve iğrenç bir koku üstüme siniyor. Onu tanıyor musun? Peki ya şunu? Kendine ne demeli? "Tanımıyorsun. Tanımıyorsun. Tanımıyorsun.". Gerçekten tanıdığın biri var mı? Soruyu sana yönelten kim peki, fikrin yok eminim ki. Bir şeyler biliyorsun derinlerde. İlkel de olsa duygular. Öğrenilmişler. Gözlerini kapasan da başın dönecek mesela.
Dürüst ol kendine bu sefer. Tanımak istiyor musun canını acıtacak insanları? Zamanı gelince hepsi gidecek nasıl olsa. Hepsi sönecek, yok olacak. Patlayıp ölecek bir yıldız olacaksın sense sonunda. Sorularla geçiyorsun Aralık, sorunlarla.


Pazartesi, Aralık 12, 2011

Sen giderken.





Sen giderken ben arkandan baktım. Gözlerim dolana kadar saydım adımlarını. Hiç biri tereddüt etmedi gözyaşlarım gibi. Asla geriye akmadılar, bana geri dönmediler. Bana daha fazla katlanamadılar.
Kıskandım. Nefret ettim. Ağladım. Çünkü ben yapamadım. Yapamazdım. Görüşürüz diyemezdim. Fazlasıyla yaşadım. Sayısız insan gitti. Canım her seferinde daha çok acıdı. Kalbim öyle parçalandı ki, kana bulandı her anım. Ben sadece, bir taneye daha katlanamazken bu senin için kolaydı. Artık öyleydi. Bu yüzden baktım büyülenmiş bir şekilde. Bir kere dönüp baktın, sonra her şeyin bittiğini anladığımda kalbimdeki bir başka boşluğa adım attım.
Sen giderken, ben ölemedim.

Salı, Kasım 29, 2011

Bu gece Beyoğlu'nda yağmur yağdı ve kimsenin şemsiyesi yoktu.

Sebep? Milyonlarca vardı aslında. Sadece bir kaç tanesine takılmıştı. Gözleri doluydu. O kadar dolmuşlardı ki haftalardır, son bir kaç gün görüşünü bile yitirmişti. İnsanları anlayamıyordu. Değişmişler miydi, yoksa onları yeni mi tanıyordu. Bazılarını hiç tanımamıştı.
Silüetler. Kayıp gidiyorlardı etrafından. Hiç birini tanımıyordu, bu ona kendisini iyi hissettiriyordu. En azından kimseye açıklama yapması gerekmezdi, gerçi kimse açıklama istemezdi. Bir daha karşılacağı meçhul insanlara bakmayı denedi.
Bulanık. Ne farkederdi, nasıl olsa hatırlamayacaktı hiç birini. Onlar da hatırlamayacaktı. Yanlarından kayıp giden kırmızı gömlekli çocuğu tanımayacaklardı. Bir kaç kelime etmeyeceklerdi, varlığından haberleri bile olmayacaktı belki de.
Anlamsız. Kendisini daha fazla tutması gereksizdi. Başını hafifçe eğip ilk damlanın akmasına izin verdi. Hıçkırmayacak, çığlık atmayacak, boğazını yırtmayacaktı. Ağlayacaksa da bunu güzel bir şekilde yapacaktı. Sorunları bunu hakeden cinstendi. Başını aşağıda tutmaya devam etti. Bir süre damlaların ceketinde yaptığı lekeleri izledi. Kafasını kaldırıp insanları gözlemlemek istedi.
İnsanlar. Kimse ona bakmıyordu. Dudakları birkaç saniyeliğine yukarı kıvrıldı. Ne yaptığını farkettiğinde hemen dudaklarına eski haline gelmesini emretti. Kimsenin onu mutlu sanmasını istemiyordu. Öyle olduğunu düşünürlerse üzerine atlayıp derisini yırtarlardı. Derinlerinde kalan bir kaç hissi de emip onu bir cesete çevirirlerdi. Çünkü insanlar böyleydi; vahşi, açgözlü ve bencil. Doğaları gereği nefretliklerdi.
Silik. Hayatı boyunca  görünmez biri gibi yaşamayı denemişti. Çünkü insanların onun canını yakmasından korkuyordu. Ayrıca hepsinden nefret ediyordu. Acıdan başka bir şey getirmiyordu hiç biri. Gözlerinde görüyordu felaket tellallarını. Hep bir şekilde onun canını yakıyorlardı. Elinden bir şey gelmiyordu.
Acı. Bir anda canı yandı. Hatıralar, düşünceler ve o. Ruhunda sızı vardı ve yaşamı her geçen gün soğuyordu. Ona sarılmaya bile korkuyordu. O ne kadar hayatı takmıyorsa, hayat ona o kadar takmakta kararlıydı. Her geçen gün zayıflıyordu. Bir gün yıkılacak, parçalara ayrılacaktı.
Yağmur. Cadde boyunca devam etti gözyaşları. Rahatsız değildi, aksine rahatlıyordu her düşen yaş ile. Hafifliyordu. Görüş yeteneğini kazanıyordu yavaş yavaş. Kendine geri dönüyordu. Sakinleştirici bir yağmur gibi geliyordu bu yaşlar. Merak etti, neden etrafta kimse şemsiye taşımıyordu.